29 Ocak 2010 Cuma

“Tol” Hakkında Altı Soru Hiç Cevap

Murat Uyurkulak’ı ilk romanı “Tol” üzerinden değerlendirirken, tıpkı Ece Ayhan’ın Nilgün Marmara’nın ölümü üstüne yazdığı analizdeki gibi soru cevap formatını kullanmak sanırım yerinde olacaktır.

  1. “Tol”, batılılaşma yolundaki Anadolu’nun gördüğü en esaslı iç çatışmalardan sosyalist eylemleri ve Kürt sorununu kazananı olmayan bir savaş, mutlak bir mağlubiyet manzarası olarak sunmuş ve son derece taraflı olarak öfkeyi hüzne çevirmiş midir?
  2. Murat Uyurkulak, Türk yazarların makûs talihini, doğu batı arasında sıkışmayı, kendine has bir metotla alt etmiş ve gerek Türk arabesk jargonundan gerekse Amerikan yazınından, sözgelimi Beatçilerden faydalanıp özgün bir üslup yaratmada bariz bir adım atmış mıdır?
  3. “Tol”un diğer sanat dallarından, özellikle sinemadan beslendiği söylenebilir mi?
  4. Yazarın yarattığı erkek ve kadın karakterler ayrı ayrı varlık göstermekle beraber, tek bir kadın/erkek bedeninde bütünleştirilebilir mi? Örneğin, Yusuf, babası Oğuz, Şair ve İsmail tek bir kişinin, sözgelimi yazarın alt kimlikleri olabilir mi?
  5. Romanın başında Kaan İnce’ye yapılan alıntı, devrimle karşı devrim, eylemle suskunluk, inançla nihilizm, dirimle ölüm, intiharla intikam, hamlıkla pişkinlik arasında nerde durur ve romanın bütünündeki o kalıklığın ne kadarını üzerinde taşır?
  6. Romandaki diyalogların gerçekçiliğinde Murat Uyurkulak’ın vaktiyle bir troçkist olmasının, vaktiyle Bornova’da garsonluk yapmasının ve vaktiyle sokaklarda pek sık dolaşmasının etkisi olduğu söylenebilir mi, söylenirse bu yazara haksızlık olur mu?

Bu soruların tümünün cevabı: bilmiyorum. Zaten Yıldırım Türker’in “Tol” üstüne söylediklerinden sonra, ben bu romanla ilgili yorum yapabileceğimi de zannetmiyorum. Ama açık olan bir şey var ki, Murat Uyurkulak, Afili Filintalar’ı oluşturan diğer genç yazar/şairlerle beraber pekçedir bekleneni yapacak gibi.

28 Ocak 2010 Perşembe

uyuma!

körfezi hüzünle saran bir c sesi olarak izmir’in, insanları kadar trajik olduğu iddia edilebilir. uzun saçlı kirli tişörtlü genç adamların karşısında konumlanan kızıl, turuncu, siyah ve kahve saçlı kadınlarıyla,

on beşinde durağan kırkında zıpır frijit ve libido kaynağı kadınlarıyla,

sevgilisini ya seksenlerde bir işkence odasında ya da geçen gün masa başında sessizce yitirmiş kadınlarıyla

ve kadınlıktan başka hiçbir sıfat taşımayan kavramlarını kaybetmiş kadınlarıyla izmir. ergenken “metalci”, sonra “rockçı” sonra “alternatif dinleyicisi” olup nihayetinde bornova’da punk barların yerini alan clublarda serdar ortaç eşliğinde coşanlarıyla,

çocukluktan yadigâr bir ideal uğruna her şeyden vazgeçen ve sonra bu ideali kadınların bacak aralarında yitirenleriyle,

evde, okulda, işte, sokakta, barda, kısaca kendilerinin olduğu her yerde sıkılan ve bu sıkıntıyı geçirmek için kırmızı perdeli bir evde, bir apartmanın on beşinci katında, apaydınlık bir öğrenci evinde, buram buram anneanne yemeği kokan ve balkonunda çılgın bitkiler yetişen bir evde, dumanaltı olarak birbirinin yüzüne kançanağı gözlerle bakan, konuşamayan, zaman geçsin diye sevişen insanlarıyla

ve herhangi bir sınıfta uygarlıktan bunalmış bir kadın elindeki kitaptan bir bok anlamıyor, anlamaya çalışmıyor ve yalnızca odasından çıkmayan, uyumayıp durdurak bilmeden spinoza okuyan bir adamın güzelliğini tasvir için bir sözcük bulmaya çalışıyor, bir dil inşa etmeye karar veriyor ve yapacak bir şey olmadığı için fazla zorlamadan düşlemeye devam ediyorsa: izmir.

teşhirci bir dekolte olarak alsancak,

spiral geçirilmiş rahmiyle basmane,

karşıyaka’da dönercilerin yağlı dumanlarında ellerini ısıtmak,

her türlü sapkınlıkları, kibar kamyoncuları ve ağır gözlükleriyle bir öğrenci, bir memur, bir aile(!) semti olarak bornova,

kıbrıs şehitleri’nin başından sonuna kadar bir mohikanı aramak, bir ölüyü aramak, bir geceyi aramak, o apartmanların içinde ne zaman bulup yitirdiğini bilmediğin bir şairi aramak ve susmak,

susup kendi yitik yazgını ellerinle çiğneyip hazmetmek. çünkü izmir. yapacak bir şey yok, olsaydı zaten yapardık.

27 Ocak 2010 Çarşamba

yazar burda amına koyayım demek istemiş

ben çok öfkelendim. destekleyeci unsurlar vardır elbet, ama genel olarak neye öfkelendim bilmiyorum. muse dinliyorum epeydir, zeynep sağolsun kafamda durmadan feeling good çalıyor, birisinden covermış, orjinali şöyle böyleymiş, hiçbirini anlamıyorum, çok da tın diyorum içimden. beni alıp o en yanardağ halimle bir resim atölyesine götürüyorlar, aman ne huzur ne huzur. beyaz boyalı duvarlar ortada üstüste damacana, şarap şişesi, kiremit, kitap mitap. herkes bir huşu içinde çiziyor. bense amına koyayım sözünün ne kadar güzel ve kullanışlı olduğundan bahsediyorum. evet, bu esnada kendimin amına koymakla meşgulüm.

yatay sekiz arası

yengem orospuydu, biz sonsuz şekilde dondurmalar yalardık. çilek usulca akarken sırtımın daha bir dibine, gözümü kırpardım: üçü beşi sallanırdı taksim’de. taksim dediğim, taksim dediğim flu bir neumduknebulduk tablosu; ilkel, paradoksal bir ritüel. belli ki pek yakında, zannedersem ortaçağda falan çilek kasaları zinadan hüküm giyecek, dönercilerin heykellerini dikecekler taksim’in çoğunluk alevi bir bölgesine

ve benim yengem, yani bütün yengelerim, yani

ne kadar yengem varsa orospu olacak. son çare

epikür’e porsuk pinçik kapatma bulup kendilerini

güneye, daha da güneye inecekler ama yazık!

onlara konserve atacak italyanlar yok ki artık

kapsama alanı dışına demem o ki insanlığın

yüzde doksan dokuzuna çıkıp, çıkıp çıkıp

bir falezden güüüm:

inanmamaya eriyecekler.

yengem namus, yengem çamaşık bulaşık yemek,

çoktan seçmeli bir metodla öğretin çocuklarınıza:

sonsuz şekilde olmaz o pek bir şey dondurma!