24 Aralık 2012 Pazartesi

cin ali


Eğer karşımda her sorunun cevabını bilen bir cin olsaydı, ona yönelteceğim soru “Ben herhangi bir şeyi değiştirebilir miyim?” olurdu. Bu sorudaki, yanlış anlaşılmaması gereken nokta şu ki, “ben” diye bahsedilen özne dış faktörlerden tamamiyle bağımsızlaşmış, otonom bir figürdür; günlük yaşamda kullanılan, sosyal ve kültürel faktörlerle devşirilmiş “ben”den bu anlamda farklılaşır. Eğer “ben” ikinci tanımıyla kullanılmış olsaydı, bahsedilen değişim tam anlamıyla bir değişim olmazdı, çünkü benin beraberinde taşıdığı değiştirilemez olgular onun yarattığı değişimi de bir gereklilik olarak algılamamıza yol açabilirdi. Bu durum şu şekilde örneklendirilebilir: Yolda gördüğü dilenciye ev açan, ihtiyaçlarını karşılayan, hayat koşullarını iyileştirmeye sağlayan birini ele alalım. Bu kişinin bahsi geçen dilencinin hayatında yarattığı değişimin gerçek bir değişim olup olmadığı ikincil bir sorgulamadır, bunun öncesinde genel algının tersi yönde bir eylemde bulunan, değişim yaratmaya çalışan kişinin bu değişimi yaratmada etkilendiği dinamikler tartışılmalıdır. Eğer bu kişi değişime yol açan eylemi toplumca ona öğretilmiş merhamet ve hayırseverlik algısıyla gerçekleştiriyorsa, onun ailesinden, okulundan ya da çevresinden gördüğü doğru bunu gerektiriyorsa ya da kişi yaptığı ve onca kötü algılanan bir eylemin karşılığı olarak bu eylemi vicdanını rahatlatma yolunda bir araç olarak kullanıyorsa, değişime yol açtığı düşünülen bu eylem aslında bir değişime değil mevcut sistemin kendi içinde yol açtığı hafif dalgalanmalara işaret eder. Değişimi yaratacak olan özne özgür iradeye sahip olmalıdır ki eylemleri düz bir belirlenimcilikle algılanmasın, önceden kestirilemez bir farklılaşmayı, değişimi, gerçekleştirebilsin. Dolayısıyla “Ben herhangi bir şeyi değiştirebilir miyim?” sorusuna verilecek evet cevabı öncelikle “Ben özgür iradeye sahip miyim?” sorusuna verilecek evet cevabını gerektirir. Bu noktada ikincil sorgulamaya, değiştirme eylemi özneden çıkıp nesneye ulaştığında nesnenin yaşaması planlanan değişimin ne kadar gerçek olduğu sorusuna geçilebilir. Az önce verdiğimiz dilenci örneğine geri dönersek, eylemi gerçekleştiren özne bu eylemi tamamen özgür iradeyle değişim yaratma yolunda yaptıysa bile, eylemin dilencinin hayatında yaratacağı değişim sahi bir değişim midir? Ekonomik refaha kavuşan dilencinin yaşayacağı değişim onun özünde yaşayacağı bir değişime yol açar mı? Başka bir deyişle sistemin kazananı ve kaybedeni birbirlerine dönüşseler bile onların özlerini oluşturan temel değer ve kavramlar değişmekte midir? Diyelim ki, gördüğü bu yardımdan sonra dilenci bir şekilde hayatını yola soktu, kendine bir iş kurdu, para kazanmaya başladı, tabiri caizse kendini kurtardı. Onun yaşadığı bu süreç bireysel anlamda bir kategoriden diğerine geçiştir, ancak toplum içinde varolan kategorilerin haricinde bir boyuta geçiş değildir. Dolayısıyla özne tarafından değiştirilmeye çalışılan nesne değişmemiş, ancak dönüşmüş olur. Bu noktada “Ben herhangi bir şeyi değiştirebilir miyim?” sorusunun cevabının evet olabilmesi için “Bir şeyin özü değişebilir mi?” sorusunun cevabının evet olması gerektiği sonucuna varılabilir. Cine sorulan bu soru ne kadar dünyayı algılama yolunda temel sayılabilecek iki soruya cevap bulmamızı sağlasa da soruyu soranın gelebilecek iki cevapla da baş etmesi oldukça zordur. Hayır cevabı soruyu soranı tamamen edilgenleştirebilir. Varlığının herhangi bir değişime yol açmayacağını kesinkes bilmek, onun varlığını kendi nazarında anlamsızlaştırabilir, çünkü yaşamaya devam etmek, eylemde bulunmak elbette ki yaşayışının özel olduğu ve değişime yol açabileceği inancını gerektirir. Evet cevabı ise özneyi bunun tam zıttında ancak yine zor bir pozisyona sokar. Değişim yaratabileceğini bilmek beraberinde kendine ve çevrene karşı büyük bir sorumluluk getirir. Yanlış olarak adlandırdığın şeyleri değiştirme ihtimalin olduğunu bilmek uçsuz bucaksız bir etkenliğe yol açabilir, çevrende olup biten her yanlışlıktan kendini sorumlu tutmanı ve bu yük altında ezilip kendi özünü tüketmene sebep olabilir. Alınabilecek iki cevabın da ızdırap yaratacağını bilmeme rağmen bu soruyu tercih etmemin nedeni şüphesiz ki meraktır. Tahminimce ve umudumca hakikate ulaşmanın yaratacağı ızdırap vereceği tatminin yanında anlamsız kalacaktır. 

4 Nisan 2012 Çarşamba

bütün acılar birbirine benziyor sanki

nazilerce yahudilere amerikalılarca siyahilere yapılanlar
afrika kıtasının elmas peşinde katledilmesi
idama mahkum edilenlerin ipe, giyotine, elektrikli sandalyeye ya da şırıngaya kadar geçirdikleri anlar
idama mahkum edilenlerin öldürdükleri insanlar
zorla göç ettirilen ermeniler
biat etmeyince kaçırılan, kimvurduya giden kürtler
faili meçhul gazeteciler
işkence odalarında, hapishanelerde taciz tecavüz ve her türlü işkenceye maruz kalan devrimciler
zevk için dövüştürülen gladyatörler, boğalar, tavuklar, kuyrukları koparılan, yakılan, suda boğulan kediler, köpekler
okudukları ve yazdıkları şeyler yüzünden tutuklanan öğrenciler
attıkları yumurtalar ve sloganlar yüzünden biber gazından öldürülen öğrenciler
alınıp satılan, işçi, seks nesnesi yahut köle olarak kullanılan çinli, arjantinli, pakistanlı, iranlı, lübnanlı, türk, kürt, rus ve bütün dünyadan çocuklar
erkeklerce madden ve manen öldürülen kadınlar
ufak çıkarlar peşinde sevgiyi, ahlakı ve iyi niyeti hiç düşünmeden harcayanların terörüne maruz kalmış milyonlarca insan
ve bütün bir düzence hayalleri, karakteri ve algısı hepten değiştirilmiş o tek kişi

18 Mart 2012 Pazar

murathan mungan alıntısı yapacağıma taksim'de nevruz eylemi ortasında kalırım daha iyi

üniversiteye geldiğimden beri fark ettiğim en belirgin şey, insanların hayatlarını anlamlandırma arzusunun artık sönümlenmeye başladığı oldu. lisedeyken hayat mı daha rahattı, gelecek kaygısı mı daha azdı, hormonlar mı bir acayipti bilmiyorum; ancak o vakitler herkeste – son derece ergen bir tabanda gelişse bile – bir farklılaşma, güruhtan biri olmama, hayatını genelgeçer kurallarla yozlaştırmama isteği vardı. ne biliyim, daha az kuralcıydık sanki. korkular daha azdı, her şeye bir tutkuyla yaklaşılırdı. şimdi tutku korkulan bir şey oldu. bir şeylere bağlanmaktan kaçınır olduk. daha da fenası, bir şeye bağlanmanın, hayatını bir şeye adamanın ve bu biçimde anlamlanmanın, gerçekle bağdaşmayan, romantik ve özünü tüketen bir tavır olduğuna inanır olduk. üniversiteye gelmeden önce, tecrübenin, her ne şekilde oluşursa oluşsun, insanı geliştirdiğini, iyiye sürüklediğini düşünürdüm. şimdiyse geçen yılların insanı ne kadar çirkinleştirdiğini büyük bir üzünçle, çaresizlikle izliyorum. hiçbir şey iyiye filan gitmiyor, aksine olgunlaştığına inanılan, olgunlaşması beklenen insanlar tatminsizlik içerisinde, bir liseliden çok daha tutarsız hayat görüşleriyle, ordan oraya sürükleniyor, hiçbir yere gitmeyen ve bu gidişle de hiçbir yere gitmeyecek yaşamlarını günlük sıradan eğlencelerle, sözgelimi alkolle, neşelendirmeye, katlanılabilir hale getirmeye çalışıyorlar. o akademik yaşam, girilen tonlarca sınav, dinlenen müthiş şarkılar, izlenilen filmler, okunulan kitaplar ve masabaşında tartışılan bütün o güzel şeylerin sonu bu tıynetsiz hale mi çıkıyor? bunun için mi uğraşıyoruz biz? yani şimdi ciddi ciddi, gerçekçi olmak demek, okulu bitirip, hatrı sayılır bir para kazanıp evlenmek, çoluk çombalağa karışıp, bir araba bir ev alıp bayram tatillerinde yurt dışına gidip yemek yemek mi demek? gerçek bu mu gerçekten? inanmak istemiyorum. buna inanmaktansa, kültablasına inanırım, şekerliğe, kaşığa inanırım daha mantıklı. bir insan bunlara inanmaktan, bu öğretilmiş, hiçbir şekilde tatmin getirmeyecek saçmalıklarla yaşamaktan nasıl yorulmaz da, değerli olan yegane şeyden, sevgiden, tutkudan yorulur? nasıl bir normalleşme arzusudur ki, hayatını olağandan bir adım öne çeken şeyi alelacele törpületir? bildiğim bir şey var, o da güzel olan hiçbir şey emek harcamadan, kendinle savaşmadan gelmiyor. ama şöyle de bir şey var ki, emek harcadığımız şeylerin birçoğu da güzellik getirmiyor. demem o ki, siz siz olun, bir yerde bir kıvılcım görürseniz, belli belirsiz bile olsa, bağlanın ona. çünkü bana kalırsa, başka ne yaparsanız yapın onun kadar anlamlı olmayacak. ha bir de nolur, eğer içinizde tutkuya dair en ufak bir meyil varsa, öldürmeyin onu. üzülürüm.

22 Şubat 2012 Çarşamba

posa'yı çıkarmak


emek saçarak, bu yola kolumuzu bacağımızı koyarak nihayet posa'yı çıkarmış bulunuyoruz. bayinizden haşince isteyiniz.

not: yazı kayar tabii, bizim hayatımız kaymış. sevgiler.