27 Aralık 2010 Pazartesi

anket: genç bayanlara sorduk.

1. hiç haksızlığa uğradığınızı hissettiniz mi?

2. aynı duyguyu dalgasının size birkaç kaynaktan periyodik olarak çarptığının farkına vardınız mı?

3. bu kaynakların size haksızlık etmelerindeki temel amacın kendi eksikliklerini gidermek olduğunu gördünüz mü?

4. bunu gördüğünüz halde güçsüzlüğünüzden bir şey yapamadığınız oldu mu?

5. yeterli gücünüz olduğu halde bu haksızlığa karşı bir şey yapmadığınız oldu mu?

6. olayın işleyiş mekanizmasını ve nedenselliğini bütünüyle içinize sindirdiğiniz halde, her tekrarlanışında darmadağın oldunuz mu?

7. her tekrardan sonra bir daha tepki vermeyeceğim diyip, ilklerde dışadönük, sonrasında içedönük tepkiler verdiniz mi?

8. spontane olaylar karşısında vücudunuzun verdiği tepkinin hiçbir zaman önceden tasarladığınız gibi olmayacağını, acıyla, fark ettiniz mi?

9. düşünme mekanizmanızın vücüdunuzun genel işleyişinde ne kadar etkisiz olduğunu görüp iradenizden şüphe ettiniz mi?

10. siz klavyeliyken bir şeylerden iğrendiniz mi?


(1.a, 2.s, 3.k, 4.ı, 5.d, 6.a, 7.y, 8.ı, 9.m)
(10. sorunun cevabı EVETse 1. soruya geçiniz.)


24 Aralık 2010 Cuma

köpekleme yüzmek ve tabii yine tespit

demin televizyonda bir haber gördüm. bir köpek varmış. bir yığın saçma sapan objenin adını öğrenebilmiş ve onları istenilen sırayla dizebiliyormuş. dünyanın en akıllı köpeği diyorlar. işte tam da budur dedim kendi kendime. hakikaten dedim ama. evimiz herhangi bir gerekçeyle izleniyorsa, video kayıtlarını takip eden kişi bu kız ne konuşuyor evde bir başına diye epey eğlenmiştir büyük ihtimal. her neyse. işte akıllılık anlayışımız bu yani. sahip tarafından adı öğretilen objeleri dizebilmek. klasik bir lise anlayışı. hatta klasik bir dünya anlayışı. söyleneni başarıyla yaparsan, akıllısındır. ne yaptığını biliyor musun, neden yaptığını biliyor musun, yaptığının bir anlamı var mı, hiç önemli değil bunlar. follow the instructions yani. ve o an dedim ki, ne kadar saklamaya çalışsa da, sistem kendi kendini böyle ele veriyor işte. hem de en bariz destekçisi medyayla. bana sorarsanız dünyanın en akıllı köpeği hoşt diyince gitmeyen, laf söz dinlemeyendir. köpeksin arkadaşım sen. havla, ısır ne bileyim, gücünü bil. iki kuruşluk mama için, böyle maskara olma. bu da benim uygarlığa eleştirimdir. did you get it?

10 Kasım 2010 Çarşamba

dağlar bağlar

kimyada entropi diye bir hadise var. entropi bir atom veya atom grubunun genel düzensizlik ölçütü. entropi yani düzensizlik arttıkça kararsızlık artıyor. genel olarak atomlar, küresel simetriyi yakalamak, elektronları üzerinde eşit çekime sahip olmak için entropilerini düşürmeye, kararlı hale geçmeye uğraşıyorlar. bu nedenle aralarında bağlar kuruluyor. alın size en güzelinden bir kimya psikoloji sentezi. insanlar ne için bağ kuruyor? daha düzenli bir yaşama geçmek için. enerjisi yüksek gençlik yıllarında, entropi tavan, bağlar filan hikaye. ama yaş ilerledikçe bir düzen arayışı, kararlı hale geçmek isteği. hemmencecik bir bağ kuruluyor, monogami de takipçisi oluyor.

bir de bağın üstüne bağ kurmak yani metres durumu var ki, ona da koordine kovalent bağ diyoruz. bir dahaki sefere de onu anlatırım.

3 Ekim 2010 Pazar

tez elden teslim

alttaki son bölümle birlikte nilgün marmara tezinin sonuna gelmiş bulunuyorum. bugüne değin blogu her açışında karşısında marmara'yla ilgili bir şey bulup içi bayılanlara özrü borç bilirim. yazdıklarımda fazlalar ve eksikler mutlaka ki vardır, değer verenler kusurumu affetsin. sanırım artık hep beraber hafifleyebiliriz.

not: tezle ilgili bütün kayıtları imha etmek durumunda kaldım. güvenlik filan. kontrol edildikten sonra tekrar koyabilirim. koymayabilirim de. mandalina yiyiniz.

18 Eylül 2010 Cumartesi

gözlüklü şirin'in tragedyası

çocukken scooby doo, jetgiller ve kral tivi'yle birlikte müdavimi olduğum şirinler, biraz büyüdüğümde karşıma komünizm propogandası olarak çıktı. çok şeyler söylediler, şirin baba'nın sakalı marx'ınkine benziyormuş, şirinler cinsiyetsizmiş, kolektif yaşam varmış, bilinç altımız bu rejimle şekillendirilmek isteniyormuş, zart zurt. ama kimse topluluk içinde ötekileştilen zavallı gözlüklü şirin'den bahsetmedi. üstelik şirinlerin alenen şiddet uyguladığı tek karakter de oydu.

süslü şirin kendini beğenmişti, aynaya göz süzmekten başka bir işe yaramazdı ama sevilirdi. tembel şirin bütün gün uyurdu ama sevilirdi. güçlü şirin yük taşırdı taşımasına lakin şiddete meyilliydi "uv uv vurucam suratına" derdi ama sevilirdi. şirine zaten kadın olduğu belli olan tek karakterdi ve bütün şirinler ona bayılırlardı. demem o ki, şirinlerde ne eşcinsellik eğilimi, ne kadınlık, ne tembellik, ne de fiziksel üstünlük ötekileştirildi. bölümün sonunda kazanılan zaferden sonra hepsi mutluluk içinde bir araya toplaşır gözlüklü şirini de tekmeyle uzak bir yere savururlardı. zavallımın gözlüğü yamulur, başında yıldızlar uçuşurdu.

peki gözlüklü şirin'in suçu neydi? elinde kalınca bir kitap taşımaktan ve hasbel kader öğrendiği birkaç bilgiyle övünmekten başka bir özelliği olmayan bu mavi yaratık neden sevilmiyordu? küçükken ukala olmasının dışlanmasında payı olduğunu düşünürdüm. belki de bu yüzden hala ukala insanlardan pek hoşlanmam, herhangi bir alanda çok başarılı bir insanın bile kendiyle övünmesi hoşuma gitmez. ancak sonradan fark ettim ki, süslü şirin de, hatta güçlü şirin de epeyce ukalaydı. gözlüklü şirin dışlanıyordu, çünkü onun övündüğü şey doğuştan gelen bir yetenek veya özellik değil, sonradan kazanılan veya kazanılmaya çalışılan bilgiydi.

okula başladığımızda çok ders çalışan öğrenciler, sosyal yönü nasıl olursa olsun inek olarak adlandırıldı. aileler çocukları akademik anlamda başarısızsa "zeki ama çalışmıyor" dediler. çocukları başarılı olan ailelerse evlatlarının az çalışarak başarılı olduğuyla övündüler. zeka, yani doğuştan gelen ayrıcalık her zaman emek ve zaman harcanarak elde edilen ayrıcalığın önünde konumlandırıldı. bir şey için çok uğraşanın ve çalışanın hiçbir zaman ayrıcalıklı doğanın önüne geçemeyeceği vurgulandı, benimsetilmeye çalışıldı.

bu nedenle, şirinlerin, çiçek çocukların, hippi takılanların, modern alternatiflerin ideolojilerinde belirgin bir kopukluk olduğuna inanıyorum. tembelliğin, doğuştan sahip olunan yeteneğin kutsandığı, mesleklerin ve başarıların buna göre belirlendiği bir toplumu kesinlike ideal topluluk olarak görmüyorum. ırk, cinsiyet, cinsel tercih gibi bilinçle oluşturulmayan farklılıkların ötekileştirilmesine yüksek sesli tepki gösteren özgürlükçü anlayışın daha çocuk yaşta emeğin ötekileştirilmesine neden ses çıkarmadığının ayrı bir tartışma konusu olduğuna inanıyorum.


11 Ağustos 2010 Çarşamba

kadastro

allah tahsilatımı affetsin. beyazıd’ın kiri, tüm elemlerin

piri üstümüzdeyken, haşhaşinler, tuhaf serpintisi erkekliğin

aysu’nun erk ekerken çiğdem çitlerkenki o şahane ifa-

desine denk gelsin.


allah tahsilatımı affetsin. lejyon düğümleri psişik bir vaka

çeşme dolaylarında jülyen doğruyorlar çocuklarını ötekileri

illüzyonları ve vizyonları bir barı taşamayan şark terkisi

günahı bileklerinde delsin.


allah tahsilatımı affetsin. alacağını alamadan vereceğini

veren tüm esrik suretlere vekilen bir sonu veya onu görmek

örmek recm esnasında dökülen telleri, ellerimi açtığımda

peydalanan sıkıntı içimizdeki kini çelsin.


allah tahsilatımı sol omzuma devretsin.



11 Temmuz 2010 Pazar

mazeretim var.

şiişt ergen takımı. hani intihar etmiş diye, sıkı şairler hakkında konuşuyor diye, marjinal bir kadın diye nilgün marmara'dan bahsediyorsunuz ya, daktiloya çekilmiş şiirler'i çantanızda taşıyor ve bazı dizelerin altını çizip ulu orta gösteriyorsunuz ya, feysbukta tivitırda nilgün'den alıntılar yapmaya uğraşıyorsunuz bir de alıntının altına N. Marmara yazıyorsunuz ya, tiksiniyorum sizden. elimde olsa hepiniz elinden toplatırım nilgün'nün kitaplarını.

şiişt olgun takımı. sırf ergen takımı elinden düşürmüyor diye, genç yaşta intihar edip popüler olmuş diye nilgün'ün iki kitabını karıştırıp aklınızca onun yetersizliği üzerine ahkam kesiyorsunuz ya, onu ruhsal sıkıntı ve intihardan ibaret görüyorsunuz ve hatta özelliksizlikle itham ediyorsunuz ya, özür dilerim ancak siz pek bir şey bilmiyorsunuz. boş bira laflardan ibaretsiniz.

sabah sabah agresifim evet, saygılar.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

aras keser'le benim aramdaki farklar

Aras Keser süper bir insandır, ben o kadar değilim

Aras Keser yolda Zeki Demirkubuz’u görse “Abi akşam içelim” derdi,

Ben yolda Zeki Demirkubuz’u görsem tanımam.

Aras Keser asla yalan söylemez; ben şaraptan hiç kusmadım.

Ben şaraptan çok kustum çünkü midem

Açlıktan nasıl büzüm büzüm büzülmüştü, görmeliydiniz.


Aras Keser, Azrail’i yolda görse ona selam verirdi;

ben Azrail’i herkesin yanında az çok görmüştüm, bir çift laf edebilseydim ona

derdim ki kanka pardon ama sen iyice ortam malı oldun.


Aras Keser olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;

O bana gülümserdi ben ona derdim ki al tüm kitaplarım senin olsun

Ama şu koca halatlar ellerimi ayaklarımı düğümlüyor, bir şey yapamaz mıyız?


Aras Keser orda olsaydı elimi tutardı ve derdi ki “Boşver, geçecek bunlar”

Ben orda olsaydım elini tutar ve derdim ki “Aras beraber ölsek.”


Ben oradaydım, Allah’ın elini tuttum ve dedim ki “gücüne gitmesin ama ben bu halatları keseceğim”

Allah bana döndü bir baktı o bakışı görmeliydiniz.


Aras Keser o bakışı görse yalnızlıktan ağlardı,

Ben o bakışı gördüm, sıkıntıdan kusacaktım, Allah elimi tuttu.


Ne tuhaf, Allahlar terk edilirken bile genç kızların

Allahlar terk edilirken bile genç kızların ellerini bırakmıyorlar, ne tuhaf.


Aras Keser çok şanslı bir insan,

Halatlarını koparırken o kocaman bir adamdı

Ben halatlarımı koparırken küçücüktüm

Zaten şanslı bir insan değilimdir, yazdıklarım iş yapmaz.


Aras Keser hala Antakya’da bu iskenderi o yemiş olamaz!


Olamaz dedim Allah elinde halatlarımla gidince

Verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz

Aras Keser tutsa elimden birlikte geçsek çölü

Nasıl olsa Aras da ölü ben de ölü.



not: bu şiir ah muhsin ünlü'nün "RESULULLAH'LA BENİM ARAMDAKİ FARKLAR" adlı şiirinin bir uyarlamasıdır. ölümüne kopyadır, geyiktir.


9 Temmuz 2010 Cuma

seslerden fa, çünkü duymazsan eğer tüm şarkılar boşuna.

eskiden çok gitmekten bahsederdik. bir şeylere binip gitmekten. dağlara çıkmaktan. farklı zamanlardı. bu "eskiden gençtik" tribi falan değil. o zamanlar yalnızca gitmek vardı. bulunduğumuz evden. okuldan. alsancak'tan. izmir'den. hayattan. gittiğimiz yerin adı önemli değildi, onu bilmemek önemliydi. her şey geçici bir yolculuk olarak adlandırılabilirdi. şeylerden konuşmak ve bira içmek elbette ki vardı. aşkın bir hevesle çeperlerini zorlamak. daha çok yapmak. daha çok okumak ne bileyim. daha çok gezmek. vapurda turgut uyar ve sancı geç saatlerde. odanın duvarına ince tükenmezle belki biri bir gün görür de mutlu olur diye kısa dizeler yazmak, kitapların kenarına tarihler atmak, küçük şeyler göze almak, küçük hayatlarımıza kıyasla büyük şeyler göze almak, koyu renk rujlar sürerek geceleri. çoktular ama yoktular diye saatlerce düşünürdük. çürümeye deli bir hevesimiz vardı. güzel çocuklar değildik belki. çok yetenekli, çok bilgili veya çok çılgın olmadığımız da aşikardı. kendi halimizdeydik ve kendi halimizle sıkıntılarımız vardı. şimdi dönüp baktığımdaysa tüm bu yaşananlar en saf mutluluklarım gibi görünüyor. plansız ve çekincesiz, özgürmüşçesine yaşanan anlar. ondan sonrası yine gitmek oldu. gittim. her şey sebep gösterilebilir, belli de olabilir. bu gitmek olayını belki de o kadar abarttık ki, giderken gitmenin ne olduğunu unuttum. artık hiç ondan bahsetmiyorum. o zamanlardan da pek kimseyi görmüyorum. uzaktan baktığımdaysa, tatsız şeyler görüyorum. çürüyerek içi dolmuş soğan gibi. hiçi kalmamış gibi. hoşlanmıyorum bundan. ondan artık geç kalmış bir veda. güzel günleri zaman zaman hatırlayıp gülümsüyorum. ve emin olun özlüyorum. dağları yani.

1 Temmuz 2010 Perşembe

po po politik politik popoya

dün ne ara bu kadar politik bir hale geldiğimi düşündüm. kastım politik eylemlerde bulunmak değil. hatta bir politik görüşü benimseyip arkasında durmak da değil. her şeyi politik bir çerçeveye oturtmaya çalışmak. IELTS diye bir sınav alacağım. TOEFL tarzı bir şey, ingilizce yeterlilik belgem olsun diye. bunun konuşma kısmına hazırlık amacıyla reklamların görevi ve en sevdiğim reklam üzerine demeç vermem gerekiyor. yaklaşık üç dakika bir şey. bense reklam jinglelarının ağza nasıl takıldığından ve absolute'un o güzel "in an absolute world" reklamlarından örnekleme yapmak yerine, nike'ın bir punk mottosu olan do it yourself'i nasıl kapitalist düzende satış yöntemi haline getirdiğinden dem vuruyorum. andrew, "hey, take it easy" diyor. politika yapmaya gerek yok.

dün aras izlediği ve sevdiği bir filmi anlatıyor, yunan yapımıymış: köpek dişi. bir aile çocuklarını dünyadan soyutlayıp kendi oluşturdukları düzene alıştırıyor. bunu diyince hemen aklıma paul auster'in cam oda'sı geliyor. orda da adam oğlunu bir odaya kitliyor ve kesinlikle konuşmayı öğretmiyor, böylece tanrının dilini kendi kendine öğreneceğini var sayıyordu. bir diğer çağrışım da otomatik portakal, insanın içindeki vahşetin her koşulda açığa çıkacağını gösterdiği için. tüm bunlardan sonra cup diye sineklerin tanrısı'na atlıyorum, hıhı evet diyorum, golding de öyle diyordu, çocuklar da masum değil, şiddet insanlığın düzelmez hastalığı. ordan hemmen haneke'nin korkunç rahatsız edici filmi cache'ye geçiyorum, çocuğun tavuğun kafasını koparış sahnesi, bütün çıplaklığıyla. bunca güzel film, kitap derken vardığım nokta "ne yani bunlar insanı serbest bıraksan, komün halde yaşasalar herkes birbirini kıyar mı diyorlar?" oluyor. sıkıntı. tüm ayrıntıları, estetik detayları bir kenara itip saçmasalak bir tümevarmaya çalışıyorum, bu vardığım tüm de siyaset üstüne kurulu.

karaladığım şiirlere baktım, bazılarının tümünde, gerisininse köşesinde kenarında bir yerde politik bir kaygı var. bu sabah edip cansever okuyorum, vay abi toplumcu geçinenler bu adamı okusun ne kadar politik aslında diyorum. bir dur ya. bir nefes al. şiir okuyorsun, tamamlama bir şeylere. dağınık kalsın yani. sözcüklere falan bak ne bileyim. adam aliterasyon yapmış hiç umrunda değil di mi? varsa yoksa politika. beynimi tez elden keselemezsem, resmen politikinsan olacağım.

5 Haziran 2010 Cumartesi

birileri zenci istiyor.

karar verdim ki;

siyonizme,

yavşak ironilerle bezenmiş modern şiire,

yahudi arkadaşların feysbukta ertuğrul özkök yazısı post etmesine,

5 haziran saat 15:37de yağmur yağıyor olmasına,

insanların birbirine major veya minör yollarla acımasızlık etmesine,

obsesif kompülsif bozukluğun hijyen tabanında büyümesine,

içkilerin midede kokteyl haline gelmesine,

ve cumartesinin cumanın ertesi olmaktan öteye geçememesine

karşıyım.

6 Mayıs 2010 Perşembe

kalp üzerinden insani tepkiler analizi

aynanın karşına geçip keseceğim bölgeyi, yani göğüs kafesimin tam ortasını, kalın uçlu bir kalemle kesik kesik çiziyorum. ardından elime keskin bir neşter alıp çizdiğim bölgenin üstünden tek hamlede geçiyorum. biraz kan akıyor, elimle nazikçe kanırtınca kaburgalarımı seçebilir hale geliyorum. kaburgalarımı sivri uçlu bir çekiç vasıtasıyla kırmayı düşünüyorum ama bu yöntemle ulaşmak istediğim malzemenin, kalbin, üzerine kemik parçacıkları sıçrayabileceği için daha temiz bir mataryeli, ince uçlu elektrikli testereyi kullanmaya karar veriyorum. göğüs kemiğinin hemen yanından üç sıra kaburgayı kesiyor, diğer uçlarından da ayırıp masanın üstüne koyuyorum. derken ahengiyle bir genç kızı anımsatan kalp görünüyor. karıncıklarından giren ve kulakçıklarından çıkan dört damarı, onun mağrurluğu karşısında epey kaba kalan bir kerpetenle teker teker koparıyorum ve nihayet vücutla tüm bağlarını yitirmiş o kızıl organı sakin hareketlerle ikametgahından çıkarıp masanın üzerine bırakıyorum. başta hiçbir şey olmamışcasına pompalamayı sürdüren uzuvun yüzeyindeki ıslaklığın birkaç dakika sonra kurumaya başladığına şahit oluyorum. bu kuruluk onu öldürebilecek yetkinlikte değil ancak nikahının sabahına kahvaltı hazırlamaya girişmiş bir gelinin ışıltısını aheste yitirişini anımsatıyor. tüm korumasızlığına rağmen onurunu garip bir aymazlıkla koruyan kalbi, biraz da hınçla, dürtüyorum. parmağımın değdiği yer içeri batıyor ama baştaki formuna geri dönüyor kısa bir sürede. imrenilesi bir ritmle sürdürdüğü hareketi sekteye uğratmanın tek yolunu uygulamaya karar veriyorum. bugün için uzattığım sol baş parmağımın tırnağını haşin bir hareketle dokunun üstüne savuruyorum. iki üç kılcal damarın kesilmesiyle uzvun yüzeyi kısmen ıslanıyor ve kısa süreli bir ritm bozukluğundan sonra sabit ivmeyle hızlanmaya başlıyor. bu olağanüstü olay o ana dek koruduğu sukuneti yerle bir ediyor, atış hızının hızlanması ise küçük yaranın daha da şiddetli biçimde yer yer küçük fıskiyeler oluşturarak kanamasına neden oluyor. etrafını sarmış ona hayat veren kılcal damarlar, lifler ve ince katmanlı epitel doku bu aşamada onun atmasını ve nefes almasını engelleyen, baskı altına alan, tutsak eden asalaklarmışçasına gittikçe hızlanan bir tempoyla zorluyor çeperini. bu manzara ve kalbin gitgide büyümesine hüzünleniyorum, içim parçalanıyor ve açtığım yaraya parmağımla bastırıp kanamayı kısmen durduruyorum. bu hamlemin hemen ardından, kalbim dakikasına iyileşme belirtileri gösteriyor, onda bu yarayı açan elim sanki dostmuşcasına sıcakça etrafını sarıp iniyor, sarıp iniyor. artık yeterince eğlendiğimi düşünüp onu yerine koymaya karar veriyorum. kestiğim dört damarı dikip yorgun duran organı göğüs boşluğuna yerleştiriyorum. kaburgalarımı da üstüne kapattıktan sonra, durup onu izliyorum. garip ki, sanki daha önce orada değilmiş gibi, oraya ait değilmiş gibi iğreti duruyor tam da uyumlu olması gereken yerde. umursamayıp, yardığım deriyi iğne iplik vasıtasıyla birleştiriyorum. hafif bir makyaj yapıp evden çıkmaya hazırlanırken aynaya baktığımda görüyorum ki, göz pınarımdan kesik damlalar halinde kan gelmeye başlıyor. kapıyı çekip çıkıyorum.



not: yukarıdaki yazının bilimsel verilerle uzaktan yakından ilişiği yoktur.

2 Mayıs 2010 Pazar

bal

bu şarkı, hiç beklemediğiniz bir anda, hayatınızda çok önemli bir hale gelebilir. tıpkı i know gibi.

itiraf ettiğiniz şeyler utanç olmaktan çıkıp, bambaşka şeyler utanca dönüşebilir.

sevdiklerinizin zavallılığı tamamen sizin zavallılığınız haline gelebilir. geçen zamanın midenizi genişlettiğinin farkına geç varabilirsiniz. farkına vardığınızdaysa eskiye dönmeyi zorlaştıran yine geçen zaman olacaktır.

kendinize tekrar ederek tekrar ederek tekrar ederek öğrendiğiniz kendi değeriniz, o değeri adadığınız insanlarca çiğnenince ne kadar acınası olduğunuzu bir üçüncü şahıs gibi izlersiniz.

korkularınızdan kaçarken, aslında o korkuları birebir yaşadığınızın ayırdına varamayabilirsiniz.

olduramadığınız şeyleri öldürmek gerekir. kendinizden bir parçayı öldürmek zorunda kaldığınızda tereddüt etmek insanidir ama hep daha kötüsünü daha kötüsünü getirecektir.

insanları ne kadar "bir şey" olduğunuza ikna ederken, çünkü herkes birbirini buna ikna etmeye çalışırken, eğer hakikaten "bir şey" olduğunuzu düşünmüyorsanız ve size yapılanlar da buna işaret ediyorsa, güçlü olmayı bir kenara bırakıp "bir şey" olmadığınızı bağırmanız gerekebilir. insanlar sizi küçük görecektir, buna üzülebilirsiniz. ama sevdiğiniz insanların bu doğrultudaki davranışlarından daha yaralayıcı olmayacaktır büyük ihtimalle.

hayatta her şey, maalesef, olabilir. metanetle karşılayınız.

25 Nisan 2010 Pazar

hayat garip şey vapurlar falan.

hayır adaletsizlikten falan bahsetmeyeceğim. garip şeyler var ondan bahsedeceğim. canım arkadaşlarım rotary’nin gençlik kolunda çalışıyor, interact. rotary iş adamlarından oluşan epey prestijli bir dernek, çeşitli oluşumlarla bağlantısı olduğu söyleniyor, masonluk gibi, bilmiyorum. ben evde kahve içiyorum, jacobs monarch. mac kullanıyorum. biz insanların entellektüelliğinden bahsediyoruz. orwell, austen ve golding tartışıyoruz. ders çalışıyoruz. istanbul’da ve birleşik devletler’de yaşama hayalleri kuruyoruz. hırslıyız, başka başka konularda epey hırslıyız. evde kız partileri yapıp tekila, votka, bailey’s içiyoruz. erkeklerden bahsediyoruz. hep bizi sevmeyeni severek, bizi sevenin gözlerinden karanlıklara akarak.

sonra karışmak gerekiyor toplumcu gerçekçi yalnızlıklara. başka canım arkadaşlarım iplikten küpe yapıp takıyor, renk renk rujlar sürüyor, bazen simsiyah bazen gökkuşağı gibi giyiniyor, bazen kot punk yelekleriyle dolaşıyor, kimi zamansa çalıştıkları barın ceketini geçiriyorlar üstlerine. aynı mekanlarda bira içiyor, ginsberg’den, ece ayhan’dan, baudrillard’dan, dada’dan bahsediyoruz. aşkı yakınen tanıyoruz. serseri olmayı, özgür olmayı, vicdani reddi ve edebiyat dergilerini tartışıyoruz. insanları sevmiyoruz. kendimize ait bir odanın ve sarılarak uyumanın hayallerini kuruyoruz. para olursa yapılacak şeylerin değil içilecek şeylerin hesabını yapılıyor. hayvan gibi içsek de, saçmasalak dans etsek de, bir şeyi biliyormuş gibi yapıp bilmediğin ortaya çıkınca bir kahkaha patlatsak da rezil olmuyoruz. zaten yeterince rezillik var ortada.

aynı yaşlarda, benzer güzellikteki insanlar nasıl oluyor da, nasıl oluyor da böyle bilmiyorum. herkes biraz onda olmayanın özlemini çekerek ama bir yandan öğretilmiş konumuna sıkı sıkı sarılarak, uğraşarak mevzisini korumaya, ılık bir savaşa cephaneleniyor. aynı şehirin aynı ilçesinden yaşayan, yüz metre aralıklı barlarda takılan insanlar birbirlerinin hayallerini duysalar, eleştirmek şöyle dursun, algılayamazlar bile. böyle böyle öfke tohumları atılıyor. büyük ihtimalle bundan yirmi yıl kadar sonra yeşerecek o ağaçlar. kimisi evi, eşi, çocuğu varken, evden işe, işten eve giderken, suskun akşam yemeklerinde sessizliği bozmak için o gün aldığı ayakkabıdan bahsederken, yaşamının ne kadar boşa gittiğini, bu kadar yıl ne yaptığını, ona öğretilenden başka ne yaptığını tartışacak kendiyle. sokakta, ellerinde bir şişe şarapla danseden, gülen, pis çocuklara bakıp öfkelencek, mutluluğu bu kadar kolay elde etmelerine karşı hınçla dolacak. diğerleriyse evindeki yüzlerce kitaba bakıp, kafasının içinde çağların felsefi soruşturmalarını, yazın güzelliklerini, siyasi dilemmaları taşıyarak kendine ait bir evin hayalini kuracak. gerçekten, toplumdan, güzellikten bihaber olan insanların satın alma gücüne öfkelencek, mutluluğu bu kadar kolay elde etmelerine karşı hınçla dolacak. hayır, adaletsizlikten falan bahsetmiyorum. garip şeyler var ondan bahsediyorum.

24 Nisan 2010 Cumartesi

sappho'yla kaçarken çekinik genlerim düşme

1. kalimera memet. transatlantik tezkerenle burnumu silip

maytap patlatarak bugün ölmek yarın doğmak demek.

2. ne de olsa bir kıyamet bin selametten yeğdir, muz balıkları

karın yazısı ya da alın açlığı çekerler mi memet?


3. hypatia'yla cisimler boyu gotik düşerek, sonsuzdan odağa

sanırım dizlerimi dizlerimi dizginlerimi vidalıyorlar memet.


4. çalar saatin niye yok?


5. bugün dalga çıktı karşıyaka'da. yürüdüm, yeryüzündeki her anne

gözlerini sıkacak ama: insanlar nisanda sahiden ölürler mi memet?


6. yani bu cemaat var ya, düzgün bir matris içinde sıkıcı minareler

çarpacak suratımıza. barajını kur, battaniyeni çek ve beni bertaraf et.



2 Nisan 2010 Cuma

Çağdaş Türk Yazınında Derivatif Bir Alternatif olarak İslamcılık


Evet, politik de algılayabilirsiniz.


Sanatçıyı alternatif biliriz. Demem o ki, mevcut durumdan rahatsızlık duyan, hakim hali “çirkin” olarak algılayan, ve buna tezattaki bir güzelliğin yaratımında görev alan bireyi alternatif ve hatta çoğu zaman muhalif olarak tanırız. Değişik perspektiflerde, sözgelimi toplumcu gerçekçi bir algı olarak Brecht poetikasında, idealist bir yaklaşım olarak Hegel estetiğinde ve postmodern sanatın hemen hemen tüm sıkı yazın ürünlerinde bahsi geçen rahatsızlık önemli bir yaratım faktörü olarak yerini almıştır. Hatta bu rahatsızlık, başka ve daha güncel bir deyişle sıkıntı, çağdaş dönemde daha da belirginleşip majinalleşmeyi, bilinçli ötekileşmeyi, çoğunluğa tiksinti sonucu yalnızlaşmayı özellikle yazında moda haline getirmişti. Bugünse farklı bir durumdan söz etmek mümkün.

Ana yola alternatif olarak ortaya çıkan ikinci yolun zamanla anayolla aynılaşmasını ve hatta daha da beter olmasını Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ne gerek duymadan, kendi hayatımızdan da örneklendirebiliriz. Bu alışılagelmiş, artık pek de önemsenmeyen bir konu. Sözgelimi açık ekonomi politikası güden muhafazakar bir rejime alternatif olarak başta devletçi, devamında milliyetçi ve asker sempatizanı bir kolun oluşması ne kadar çirkin olsa da pek şaşırtıcı olmayan bir yönelim. Asıl tartışılması gereken konu derivatif bir alternatif olarak hiçbirine katılmayanların, ana yolu ana alternatiften daha sevimli bulup, bir çeşit alternatifler arasında marjinalleşme çabası olarak çoğunluk kesimle farkında olmaksızın aynılaşması. Bunun güncel hayattaki karşılığıysa genç türk yazınının aşina olunmuş ideolojik yönelimlerden, pratikte serserilikten ve ateistlikten kopup İslam’a kayması durumu.

Elbette ki hepten bir yönelimden bahsetmiyorum, ancak anarşizmden, ateizmden, Beat’ten, Punk’tan, Dada’dan bahseden ve yayın politikasına bu akımlar egemenliğinde şekil verdiği bilinen dergilerin çoğunun kurgusal yazındaki niteliksizliği artık gözden kaçacak düzeyde değil. Yanısıra İslam’a yakınlığı aşikar olan kimi yazar/şairlerin yayımladıkları şeyler yetkinlikleri dolayısıyla haklı bir takdir görüp popülerleşiyor. Bahsi geçen ürünlerin içerik olarak İslami propoganda yaptığını veya gizliden gizliye dini kaygı taşıdığını kesinlikle iddia etmemekle birlikte, kullanılan sözcükler ve hakim temanın dil aracılığıyla okur üstünde belirgin etki yarattığını yok sayamayız. En bariz örneğiyle Murat Menteş’in yeni yayımlanan şiir kitabındaki “deplasmanda plasebo” adlı şiirin epey güzel ilk dizesi “allahım kaderimde anarşi ve protesto” bahsettiğim derivatif alternatif fikrini destekler nitelikte. Öncelerin alternatifi olarak bilinen anarşi ve protestonun başına şimdileri allahım kaderimde geliyor. Bu sözde yenilik, genç yazında içerik olarak sahiden sağlam ürünleri kapsadığı için garipsenmiyor, hatta sempatik bulunup içselleştiriliyor.

Geçen sene İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde bir söyleşide ODTÜ’den gelen ve şu an adını hatırlayamadığım değerli bir siyaset bilimci derivatif güvenlik sistemlerinden bahsetmişti. En belirgin örnek olarak teoride amacı vatandaşı korumak olan ordunun, pratikte terörist kabul edilen bir grupla çatışarak yıllar boyu binlerce vatandaşının ölümüne sebep olduğunu epey akademik bir dille açıklamıştı. Yani derivatif bir güvenlik organı olarak ordu, görevini karşılayamaz duruma gelip genleşmiş, şişmanlama benzeri bir yapı bozukluğuyla teorideki karşılığı dışındaki şeylerle temasta olan vasıfsız bir kurum haline gelmişti. Konuya geri dönersek, derivatif bir alternatif olarak yorumladığım İslamcı(sözcük kesinlikle kötücül bir çağrışım amaçlı olarak kullanılmamıştır), veya sosyal ortamda çarpıtılarak oluşturulmuş ama kulağa daha sempatik gelen bir kavram olarak dergahçı yazın benzer bir süreç geçirir mi zaman gösterecek. Bütün tümevarımlar yanlış olmakla beraber, ben iki resim arasında yedi benzerlik bulabiliyorum fakat bahsi geçen ürünleri okumaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Haydi hayırlısı.

24 Mart 2010 Çarşamba

geçen gün yine vol.1

1. geçen gün yine m kütleli bir cisimle serbest düşüyoruz. esnek çarpışalım diyorum olmuyor, ikimiz de yere çok paralel gidiyoruz.

2. geçen gün yine realitenin pert duvarına işemekle meşgulüm. adımı yazmaya çalışıyorum, duvar enseye şaplak bir edayla adam olmamı söylüyor.

3. geçen gün yine tekli kişilik bozukluğu geçiriyorum. psikiyatristim ağlayarak fazla normal olduğumu, benden cacık olmayacağını söylüyor. yaşamaya devam ediyorum.

4. geçen gün yine dolapta keş bulmakla keşkül bulmak arasındaki farkı düşünüyorum. teorikle pratik çatışması hat safhaya ulaşıyor, oturup dinleniyorum.

5. geçen gün yine yaklaşık 3 dakika aynaya bakıp bu suratın bana ait olup olmadığını tartıyorum. evet bir itiraf: her gece uyumadan önce oyuncak ayıma proleteryaya duyduğum gizil aşkı fısıldıyorum.

6. geçen gün yine odamda yetiştirdiğim ham karpuzların iç geçirmesini dinliyorum. çok okuyor, çok biliyor, çok çok oluyorlar. hüzünleniyorum.

7. geçen gün yine "ah benim karanlık ruhum" tribinde insanlarla oturup "what a beautiful ass" tribi geçiriyorum. bir kaç dakika içinde onlarca zabıta görüp hapşırıyoruz.

8. geçen gün yine yolda zeki demirkubuz'u görüyorum. aras'ın yüzünde 3 tabak risotto yemiş gibi bir hava oluşuyor, bense yok edilmeye çalışan sülfürdioksitler için bir saniyelik saygı duruşunda bulunuyorum.

9. geçen gün yine syd barret'la sid vicious'u beraber hayal ediyorum. canım deli gibi sıkılırken erkek egemen pornografinin üstümdeki etkisini hayretle karşılıyorum, a-a diyorum.

10. geçen gün yine rahmetli baudrillard'ın kemiklerinden kolye yapıyorum aşkın bir dikkatle. midem bulanıyor, deterjan paketlerinin bu derece ezilmesine içim el vermiyor, allahıma koşuyorum.

13 Mart 2010 Cumartesi

deplasmanda plasebo

allah nolur varolsun ve benim cezamı versin. cehennemde yıllanayım vesselam.

10 Mart 2010 Çarşamba

suicide is painless

en gıcırından macbook önümdeki. eminim oradan okurken harfler de daha parlak görünüyor. şarkı falan indiriyorum ilk hevesle. nick cave ararken baktım ki suicide is painless coverlamış. jay jay'i biliyordum da, meğer marilyn manson da söylemiş bahsi geçen şarkıyı. derken, karar verdim ki bizi mahveden şey ninniler.

"suicide is painless
it brings out many changes"

tıkır tıkır böyle saat gibi. neyse, düşündüm ki beni seven insanlar var. güzel bir şey bu. ve eminim ki brian molko'yu da seven insanlar var. insanlar insanları sevmese her şey daha kolay olmazdı. insanlar tedirgin olmasa da her şey daha kolay olmazdı. son günlerin en güzel şiirini okudum. gerçi 3 şiir okudum, üçleme. jay jay johanson da görse severdi. şöyle bir şeyler geçiyor:

"Yazarak ulaşmaya çalıştığı yerin
tersi yönünde ilerlediğini herkes fark etti sanıyor herkesin içinde
ona hak verenler o hariç herkes çünkü bu olayın en ilginç yanının
olayın kendi başlarına gelmiş olması olduğunun farkında"

çağdaş okumuş. canım. şu hayatta bildiğim tek şey, sigara içilecekse kaçak içilmeli. kanka içelim hadi.

27 Şubat 2010 Cumartesi

kutuma gitmek istiyorum.

sevgili olmak bir kurum olmalı. babalar gibi hem de. devletimsi, ailemsi, okulumsu bir şey olmalı. hani yapmak zorunda olduğun, çünkü başka türlü kafanın rahat etmediği, başka türlüsünün huzur getirmediği bir şey. karşı çıkmanın eylem, çaba gerektirdiği bir hal. bir süre sonra nasıl da çirkin oluyor, nasıl da her şeye benziyor öyle.

sonradan diyorum: coşmuş, almış götürmüşüm. nefes aldım yiğenim, iyiyim şimdi.

21 Şubat 2010 Pazar

dünya dönüyor, bengi dönüyor.

Nihilizmin kült kitabı Babalar ve Oğullar’da Turgenyev içinde bulunduğu çağın duygu durumunu tümdengelimle yansıttığı için alegorik ve bana sorulursa âşık olunası bir roman kahramanı olarak Bazorav’a epey rol yüklemiştir. Gelecekle ilgilini umudunu yitirmiş, içi boşaltılan kavramları hayatından çıkarmış olan Bazarov’un bu boşvermişliği aymazlığından değil, aksine çoğu şeyin farkında oluşundan kaynaklanır. Gelenekçi kesimi temsil eden amca Pavel’le arasında geçen bir diyalogda ülke içindeki ekonomik ve sosyal sorunların, toplumsal önyargı ve tabuların ve bu önyargıların halkın nasıl alehine işlediğinin ayırdında olduğunu açıkça gösterir.[1] Ancak Pavel ona çözüm önerisinin ne olduğunu sorunca yapacak hiçbir şey olmadığını, yapmaya gerek de olmadığını büyük bir rahatlıkla dile getirir. İşte bu noktada farkındalıkla eylemsizlik, hatta iradesizlik arasındaki bağlantıyı kurmak yerinde olacaktır.

Nietzsche felsefesinde pek ön planda olmasa da Bengi Dönüş kavramının temelleri epey eskiye dayanıyor. Sözlük anlamı ezeli-ebedi döngü olan kavram, ilksizliği ve sonsuzluğu ifade ediyor. Antik yunanda Aristoteles ve Pisagor’un tanrıyı, Anaksogaras’ın ruhu, Diogenes’inse havayı tasvir etmek için kullandığı “ezeli-ebedi” sıfatı, asıl mitolojide zaman tanrısı Kronos’la özdeşleştirilince bizim gelmek istediğimiz noktaya ulaşıyor. Ezeli-ebedi bir döngü olan zamanda önce veya sonra yoktur, dolayısıyla bir bitimden bahsedilemez. O halde, bu döngünün bir parçası olan insanın yaşamının da bir başlangıcı veya sonu yoktur. Hayat sonsuz defa tekrarlanarak süregelir. Üstelik bu sonsuzluk içinde kişinin bir değişim yaratma şansı da yoktur. İnsan, aklının ve sözde iradesinin üstüne çöken bir lanet gibi aynı tiksindirici hayatı ebediyen yaşamaya mahkûmdur.

Bazarov ve Bengi Dönüş düşüncesinin kesiştiği yer insan aklıyla ulaşılan kimi noktalarda aklın artık işlevini yitirmesi. Şöyle ki, farkındalık arttıkça, sözgelimi kişi zamanın ezeli-ebedi bir döngü olduğunun ayırdına varınca kendi iradesinin hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini acıyla görüyor ve varoluşunu, yaşamını, mantığını yüklenip eskisinden daha da zor olarak yola devam ediyor. Bir noktada insan iradesini yoksaydığı için mevcut görüşü yazgıcılıkla eşleştirenler elbette olacaktır. Bana kalırsa bu kadar düz bir bağlantı kurmak pek de doğru değil. Çünkü Nietzsche, zamanı değiştiremeyeceğini bildiği halde üstinsana ulaşmak için farkındalığı arttırmayı yani akıl ve irade aracılığıyla kendini bilgiyle donatmayı öngörüyor. Keza, örnek olarak aldığım Bazarov karakteri de pasifliğine ve gelecekle ilgili beklentisizliğine rağmen bilime, yani kavram olarak bilime değil bilgiye götüren her yola hayranlığını dile getiriyor. Sonuç olarak Bengi Dönüş düşüncesi tüm zaman içinde insanın değiştirebileceği bir şeyin olmadığını ve eylemin anlamsızlığını vurguluyor ama kişinin bu görüşe ulaşma yolunda verdiği uğraşın önemini de yadsımıyor, aksine taçlandırıyor.

Salinger, Franny adlı öyküsünde Franny karakterinin okuduğu bir kitaptaki tanrı fikri ve tanrı arayışıyla, tekrarın anlam üzerindeki etkisini sorgular.[2] Bahsedilen kitabın kahramanının istediği şey durmadan dua etmeyi başarabilmek. Devamında gelişen bir yığın olayın sonunda fikrin bağlandığı nokta, başta hiçbir etki yaratmasa da tanrının adını sürekli tekrar etmenin insanda bir süre sonra kendiliğinden gelişen bir inanç yaratması. Yani bütünüyle inançsız biri bile her an tanrının adını yinelerse sözcük onda önüne geçilmez bir yönelim oluşturuyor, anlamlanıyor.

Postmodern dönemde Nihilizm, Absürdizm gibi düşünce akımlarıyla ve Dadaizm, Punk gibi sanat hareketleriyle vurgulanan “yaşamın anlamsızlığı” fikrine cevap olarak değil de, tamamlayıcı bir unsur olarak sunulabilir Bengi Dönüş bir yönüyle. Yani şöyle ki, insan mantığıyla algılanmaya çalışıldığında hiçbir anlamı olmayan yaşam, tıpkı Salinger’in işaret ettiği gibi sonsuz kere tekrarlandığında zorunlu bir anlam kazanıyor. Kişi, mantığının tahayyül edemediği bir kavram olarak sonsuzu, kendi hayatıyla birleştirdiği zaman zihnindeki o bulanıklık ve belirsizlik anlamın bir formunu oluşturup temel paradoksu çözüyor. Böylece, “ben bu anlamsız yaşamda neden var oluyorum?” sorusuna çift taraflı bir cevap geliyor:
Yaşam anlamsız değil, yalnızca sen anlamıyorsun.
Var olmak da senin elinde değil, uğraşma.

[1] Turgenyev, Ivan Sergeyeviç, Babalar Ve Oğullar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.65
[2] Salinger, J.D, Franny ve Zooey, YKY, s.33

6 Şubat 2010 Cumartesi

rosa rosinante

anne, daha çok var mı cehenneme varmamıza?
mühim değil, ben arka koltukta uyurum. üstü açık
bir şapel kazarım kendi kendime, içisıra kalık
törenlerle evlenir, ölür, gizliden gizliye ekmek
kırıntıları atarım pencereden, don kişot için.

anne ben en çok sevimli hayaletler sevdim, asalaklar
ve bir de tapınak şövalyeleri. rosinante mutlaka bir
fenomendir arabamızda, gece olunca nal tıkırtılarını
duyarım. tabii gerçekler de yanıltabilir insanı, endülüs
emevileri de.

anne özür dilerim, hürrem sultan'a ve biraz da tsk'ye
benziyorsun. araba tutmaz beni, ama sıkıldım artık
kusacağım. tekerleklerin önünde saygıyla eğilip kendimi
bir müzenin kırmızı hatlarından atacağım.


şubat'10, barselona

29 Ocak 2010 Cuma

“Tol” Hakkında Altı Soru Hiç Cevap

Murat Uyurkulak’ı ilk romanı “Tol” üzerinden değerlendirirken, tıpkı Ece Ayhan’ın Nilgün Marmara’nın ölümü üstüne yazdığı analizdeki gibi soru cevap formatını kullanmak sanırım yerinde olacaktır.

  1. “Tol”, batılılaşma yolundaki Anadolu’nun gördüğü en esaslı iç çatışmalardan sosyalist eylemleri ve Kürt sorununu kazananı olmayan bir savaş, mutlak bir mağlubiyet manzarası olarak sunmuş ve son derece taraflı olarak öfkeyi hüzne çevirmiş midir?
  2. Murat Uyurkulak, Türk yazarların makûs talihini, doğu batı arasında sıkışmayı, kendine has bir metotla alt etmiş ve gerek Türk arabesk jargonundan gerekse Amerikan yazınından, sözgelimi Beatçilerden faydalanıp özgün bir üslup yaratmada bariz bir adım atmış mıdır?
  3. “Tol”un diğer sanat dallarından, özellikle sinemadan beslendiği söylenebilir mi?
  4. Yazarın yarattığı erkek ve kadın karakterler ayrı ayrı varlık göstermekle beraber, tek bir kadın/erkek bedeninde bütünleştirilebilir mi? Örneğin, Yusuf, babası Oğuz, Şair ve İsmail tek bir kişinin, sözgelimi yazarın alt kimlikleri olabilir mi?
  5. Romanın başında Kaan İnce’ye yapılan alıntı, devrimle karşı devrim, eylemle suskunluk, inançla nihilizm, dirimle ölüm, intiharla intikam, hamlıkla pişkinlik arasında nerde durur ve romanın bütünündeki o kalıklığın ne kadarını üzerinde taşır?
  6. Romandaki diyalogların gerçekçiliğinde Murat Uyurkulak’ın vaktiyle bir troçkist olmasının, vaktiyle Bornova’da garsonluk yapmasının ve vaktiyle sokaklarda pek sık dolaşmasının etkisi olduğu söylenebilir mi, söylenirse bu yazara haksızlık olur mu?

Bu soruların tümünün cevabı: bilmiyorum. Zaten Yıldırım Türker’in “Tol” üstüne söylediklerinden sonra, ben bu romanla ilgili yorum yapabileceğimi de zannetmiyorum. Ama açık olan bir şey var ki, Murat Uyurkulak, Afili Filintalar’ı oluşturan diğer genç yazar/şairlerle beraber pekçedir bekleneni yapacak gibi.

28 Ocak 2010 Perşembe

uyuma!

körfezi hüzünle saran bir c sesi olarak izmir’in, insanları kadar trajik olduğu iddia edilebilir. uzun saçlı kirli tişörtlü genç adamların karşısında konumlanan kızıl, turuncu, siyah ve kahve saçlı kadınlarıyla,

on beşinde durağan kırkında zıpır frijit ve libido kaynağı kadınlarıyla,

sevgilisini ya seksenlerde bir işkence odasında ya da geçen gün masa başında sessizce yitirmiş kadınlarıyla

ve kadınlıktan başka hiçbir sıfat taşımayan kavramlarını kaybetmiş kadınlarıyla izmir. ergenken “metalci”, sonra “rockçı” sonra “alternatif dinleyicisi” olup nihayetinde bornova’da punk barların yerini alan clublarda serdar ortaç eşliğinde coşanlarıyla,

çocukluktan yadigâr bir ideal uğruna her şeyden vazgeçen ve sonra bu ideali kadınların bacak aralarında yitirenleriyle,

evde, okulda, işte, sokakta, barda, kısaca kendilerinin olduğu her yerde sıkılan ve bu sıkıntıyı geçirmek için kırmızı perdeli bir evde, bir apartmanın on beşinci katında, apaydınlık bir öğrenci evinde, buram buram anneanne yemeği kokan ve balkonunda çılgın bitkiler yetişen bir evde, dumanaltı olarak birbirinin yüzüne kançanağı gözlerle bakan, konuşamayan, zaman geçsin diye sevişen insanlarıyla

ve herhangi bir sınıfta uygarlıktan bunalmış bir kadın elindeki kitaptan bir bok anlamıyor, anlamaya çalışmıyor ve yalnızca odasından çıkmayan, uyumayıp durdurak bilmeden spinoza okuyan bir adamın güzelliğini tasvir için bir sözcük bulmaya çalışıyor, bir dil inşa etmeye karar veriyor ve yapacak bir şey olmadığı için fazla zorlamadan düşlemeye devam ediyorsa: izmir.

teşhirci bir dekolte olarak alsancak,

spiral geçirilmiş rahmiyle basmane,

karşıyaka’da dönercilerin yağlı dumanlarında ellerini ısıtmak,

her türlü sapkınlıkları, kibar kamyoncuları ve ağır gözlükleriyle bir öğrenci, bir memur, bir aile(!) semti olarak bornova,

kıbrıs şehitleri’nin başından sonuna kadar bir mohikanı aramak, bir ölüyü aramak, bir geceyi aramak, o apartmanların içinde ne zaman bulup yitirdiğini bilmediğin bir şairi aramak ve susmak,

susup kendi yitik yazgını ellerinle çiğneyip hazmetmek. çünkü izmir. yapacak bir şey yok, olsaydı zaten yapardık.

27 Ocak 2010 Çarşamba

yazar burda amına koyayım demek istemiş

ben çok öfkelendim. destekleyeci unsurlar vardır elbet, ama genel olarak neye öfkelendim bilmiyorum. muse dinliyorum epeydir, zeynep sağolsun kafamda durmadan feeling good çalıyor, birisinden covermış, orjinali şöyle böyleymiş, hiçbirini anlamıyorum, çok da tın diyorum içimden. beni alıp o en yanardağ halimle bir resim atölyesine götürüyorlar, aman ne huzur ne huzur. beyaz boyalı duvarlar ortada üstüste damacana, şarap şişesi, kiremit, kitap mitap. herkes bir huşu içinde çiziyor. bense amına koyayım sözünün ne kadar güzel ve kullanışlı olduğundan bahsediyorum. evet, bu esnada kendimin amına koymakla meşgulüm.

yatay sekiz arası

yengem orospuydu, biz sonsuz şekilde dondurmalar yalardık. çilek usulca akarken sırtımın daha bir dibine, gözümü kırpardım: üçü beşi sallanırdı taksim’de. taksim dediğim, taksim dediğim flu bir neumduknebulduk tablosu; ilkel, paradoksal bir ritüel. belli ki pek yakında, zannedersem ortaçağda falan çilek kasaları zinadan hüküm giyecek, dönercilerin heykellerini dikecekler taksim’in çoğunluk alevi bir bölgesine

ve benim yengem, yani bütün yengelerim, yani

ne kadar yengem varsa orospu olacak. son çare

epikür’e porsuk pinçik kapatma bulup kendilerini

güneye, daha da güneye inecekler ama yazık!

onlara konserve atacak italyanlar yok ki artık

kapsama alanı dışına demem o ki insanlığın

yüzde doksan dokuzuna çıkıp, çıkıp çıkıp

bir falezden güüüm:

inanmamaya eriyecekler.

yengem namus, yengem çamaşık bulaşık yemek,

çoktan seçmeli bir metodla öğretin çocuklarınıza:

sonsuz şekilde olmaz o pek bir şey dondurma!