27 Aralık 2010 Pazartesi
anket: genç bayanlara sorduk.
24 Aralık 2010 Cuma
köpekleme yüzmek ve tabii yine tespit
10 Kasım 2010 Çarşamba
dağlar bağlar
3 Ekim 2010 Pazar
tez elden teslim
18 Eylül 2010 Cumartesi
gözlüklü şirin'in tragedyası
11 Ağustos 2010 Çarşamba
kadastro
allah tahsilatımı affetsin. beyazıd’ın kiri, tüm elemlerin
piri üstümüzdeyken, haşhaşinler, tuhaf serpintisi erkekliğin
aysu’nun erk ekerken çiğdem çitlerkenki o şahane ifa-
desine denk gelsin.
allah tahsilatımı affetsin. lejyon düğümleri psişik bir vaka
çeşme dolaylarında jülyen doğruyorlar çocuklarını ötekileri
illüzyonları ve vizyonları bir barı taşamayan şark terkisi
günahı bileklerinde delsin.
allah tahsilatımı affetsin. alacağını alamadan vereceğini
veren tüm esrik suretlere vekilen bir sonu veya onu görmek
örmek recm esnasında dökülen telleri, ellerimi açtığımda
peydalanan sıkıntı içimizdeki kini çelsin.
allah tahsilatımı sol omzuma devretsin.
11 Temmuz 2010 Pazar
mazeretim var.
10 Temmuz 2010 Cumartesi
aras keser'le benim aramdaki farklar
Aras Keser süper bir insandır, ben o kadar değilim
Aras Keser yolda Zeki Demirkubuz’u görse “Abi akşam içelim” derdi,
Ben yolda Zeki Demirkubuz’u görsem tanımam.
Aras Keser asla yalan söylemez; ben şaraptan hiç kusmadım.
Ben şaraptan çok kustum çünkü midem
Açlıktan nasıl büzüm büzüm büzülmüştü, görmeliydiniz.
Aras Keser, Azrail’i yolda görse ona selam verirdi;
ben Azrail’i herkesin yanında az çok görmüştüm, bir çift laf edebilseydim ona
derdim ki kanka pardon ama sen iyice ortam malı oldun.
Aras Keser olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
O bana gülümserdi ben ona derdim ki al tüm kitaplarım senin olsun
Ama şu koca halatlar ellerimi ayaklarımı düğümlüyor, bir şey yapamaz mıyız?
Aras Keser orda olsaydı elimi tutardı ve derdi ki “Boşver, geçecek bunlar”
Ben orda olsaydım elini tutar ve derdim ki “Aras beraber ölsek.”
Ben oradaydım, Allah’ın elini tuttum ve dedim ki “gücüne gitmesin ama ben bu halatları keseceğim”
Allah bana döndü bir baktı o bakışı görmeliydiniz.
Aras Keser o bakışı görse yalnızlıktan ağlardı,
Ben o bakışı gördüm, sıkıntıdan kusacaktım, Allah elimi tuttu.
Ne tuhaf, Allahlar terk edilirken bile genç kızların
Allahlar terk edilirken bile genç kızların ellerini bırakmıyorlar, ne tuhaf.
Aras Keser çok şanslı bir insan,
Halatlarını koparırken o kocaman bir adamdı
Ben halatlarımı koparırken küçücüktüm
Zaten şanslı bir insan değilimdir, yazdıklarım iş yapmaz.
Aras Keser hala Antakya’da bu iskenderi o yemiş olamaz!
Olamaz dedim Allah elinde halatlarımla gidince
Verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
Aras Keser tutsa elimden birlikte geçsek çölü
Nasıl olsa Aras da ölü ben de ölü.
not: bu şiir ah muhsin ünlü'nün "RESULULLAH'LA BENİM ARAMDAKİ FARKLAR" adlı şiirinin bir uyarlamasıdır. ölümüne kopyadır, geyiktir.
9 Temmuz 2010 Cuma
seslerden fa, çünkü duymazsan eğer tüm şarkılar boşuna.
1 Temmuz 2010 Perşembe
po po politik politik popoya
5 Haziran 2010 Cumartesi
birileri zenci istiyor.
siyonizme,
yavşak ironilerle bezenmiş modern şiire,
yahudi arkadaşların feysbukta ertuğrul özkök yazısı post etmesine,
5 haziran saat 15:37de yağmur yağıyor olmasına,
insanların birbirine major veya minör yollarla acımasızlık etmesine,
obsesif kompülsif bozukluğun hijyen tabanında büyümesine,
içkilerin midede kokteyl haline gelmesine,
ve cumartesinin cumanın ertesi olmaktan öteye geçememesine
karşıyım.
6 Mayıs 2010 Perşembe
kalp üzerinden insani tepkiler analizi
2 Mayıs 2010 Pazar
bal
25 Nisan 2010 Pazar
hayat garip şey vapurlar falan.
hayır adaletsizlikten falan bahsetmeyeceğim. garip şeyler var ondan bahsedeceğim. canım arkadaşlarım rotary’nin gençlik kolunda çalışıyor, interact. rotary iş adamlarından oluşan epey prestijli bir dernek, çeşitli oluşumlarla bağlantısı olduğu söyleniyor, masonluk gibi, bilmiyorum. ben evde kahve içiyorum, jacobs monarch. mac kullanıyorum. biz insanların entellektüelliğinden bahsediyoruz. orwell, austen ve golding tartışıyoruz. ders çalışıyoruz. istanbul’da ve birleşik devletler’de yaşama hayalleri kuruyoruz. hırslıyız, başka başka konularda epey hırslıyız. evde kız partileri yapıp tekila, votka, bailey’s içiyoruz. erkeklerden bahsediyoruz. hep bizi sevmeyeni severek, bizi sevenin gözlerinden karanlıklara akarak.
sonra karışmak gerekiyor toplumcu gerçekçi yalnızlıklara. başka canım arkadaşlarım iplikten küpe yapıp takıyor, renk renk rujlar sürüyor, bazen simsiyah bazen gökkuşağı gibi giyiniyor, bazen kot punk yelekleriyle dolaşıyor, kimi zamansa çalıştıkları barın ceketini geçiriyorlar üstlerine. aynı mekanlarda bira içiyor, ginsberg’den, ece ayhan’dan, baudrillard’dan, dada’dan bahsediyoruz. aşkı yakınen tanıyoruz. serseri olmayı, özgür olmayı, vicdani reddi ve edebiyat dergilerini tartışıyoruz. insanları sevmiyoruz. kendimize ait bir odanın ve sarılarak uyumanın hayallerini kuruyoruz. para olursa yapılacak şeylerin değil içilecek şeylerin hesabını yapılıyor. hayvan gibi içsek de, saçmasalak dans etsek de, bir şeyi biliyormuş gibi yapıp bilmediğin ortaya çıkınca bir kahkaha patlatsak da rezil olmuyoruz. zaten yeterince rezillik var ortada.
aynı yaşlarda, benzer güzellikteki insanlar nasıl oluyor da, nasıl oluyor da böyle bilmiyorum. herkes biraz onda olmayanın özlemini çekerek ama bir yandan öğretilmiş konumuna sıkı sıkı sarılarak, uğraşarak mevzisini korumaya, ılık bir savaşa cephaneleniyor. aynı şehirin aynı ilçesinden yaşayan, yüz metre aralıklı barlarda takılan insanlar birbirlerinin hayallerini duysalar, eleştirmek şöyle dursun, algılayamazlar bile. böyle böyle öfke tohumları atılıyor. büyük ihtimalle bundan yirmi yıl kadar sonra yeşerecek o ağaçlar. kimisi evi, eşi, çocuğu varken, evden işe, işten eve giderken, suskun akşam yemeklerinde sessizliği bozmak için o gün aldığı ayakkabıdan bahsederken, yaşamının ne kadar boşa gittiğini, bu kadar yıl ne yaptığını, ona öğretilenden başka ne yaptığını tartışacak kendiyle. sokakta, ellerinde bir şişe şarapla danseden, gülen, pis çocuklara bakıp öfkelencek, mutluluğu bu kadar kolay elde etmelerine karşı hınçla dolacak. diğerleriyse evindeki yüzlerce kitaba bakıp, kafasının içinde çağların felsefi soruşturmalarını, yazın güzelliklerini, siyasi dilemmaları taşıyarak kendine ait bir evin hayalini kuracak. gerçekten, toplumdan, güzellikten bihaber olan insanların satın alma gücüne öfkelencek, mutluluğu bu kadar kolay elde etmelerine karşı hınçla dolacak. hayır, adaletsizlikten falan bahsetmiyorum. garip şeyler var ondan bahsediyorum.
24 Nisan 2010 Cumartesi
sappho'yla kaçarken çekinik genlerim düşme
1. kalimera memet. transatlantik tezkerenle burnumu silip
maytap patlatarak bugün ölmek yarın doğmak demek.
karın yazısı ya da alın açlığı çekerler mi memet?
3. hypatia'yla cisimler boyu gotik düşerek, sonsuzdan odağa
sanırım dizlerimi dizlerimi dizginlerimi vidalıyorlar memet.
4. çalar saatin niye yok?
5. bugün dalga çıktı karşıyaka'da. yürüdüm, yeryüzündeki her anne
gözlerini sıkacak ama: insanlar nisanda sahiden ölürler mi memet?
6. yani bu cemaat var ya, düzgün bir matris içinde sıkıcı minareler
çarpacak suratımıza. barajını kur, battaniyeni çek ve beni bertaraf et.
2 Nisan 2010 Cuma
Çağdaş Türk Yazınında Derivatif Bir Alternatif olarak İslamcılık
Evet, politik de algılayabilirsiniz.
Sanatçıyı alternatif biliriz. Demem o ki, mevcut durumdan rahatsızlık duyan, hakim hali “çirkin” olarak algılayan, ve buna tezattaki bir güzelliğin yaratımında görev alan bireyi alternatif ve hatta çoğu zaman muhalif olarak tanırız. Değişik perspektiflerde, sözgelimi toplumcu gerçekçi bir algı olarak Brecht poetikasında, idealist bir yaklaşım olarak Hegel estetiğinde ve postmodern sanatın hemen hemen tüm sıkı yazın ürünlerinde bahsi geçen rahatsızlık önemli bir yaratım faktörü olarak yerini almıştır. Hatta bu rahatsızlık, başka ve daha güncel bir deyişle sıkıntı, çağdaş dönemde daha da belirginleşip majinalleşmeyi, bilinçli ötekileşmeyi, çoğunluğa tiksinti sonucu yalnızlaşmayı özellikle yazında moda haline getirmişti. Bugünse farklı bir durumdan söz etmek mümkün.
Ana yola alternatif olarak ortaya çıkan ikinci yolun zamanla anayolla aynılaşmasını ve hatta daha da beter olmasını Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ne gerek duymadan, kendi hayatımızdan da örneklendirebiliriz. Bu alışılagelmiş, artık pek de önemsenmeyen bir konu. Sözgelimi açık ekonomi politikası güden muhafazakar bir rejime alternatif olarak başta devletçi, devamında milliyetçi ve asker sempatizanı bir kolun oluşması ne kadar çirkin olsa da pek şaşırtıcı olmayan bir yönelim. Asıl tartışılması gereken konu derivatif bir alternatif olarak hiçbirine katılmayanların, ana yolu ana alternatiften daha sevimli bulup, bir çeşit alternatifler arasında marjinalleşme çabası olarak çoğunluk kesimle farkında olmaksızın aynılaşması. Bunun güncel hayattaki karşılığıysa genç türk yazınının aşina olunmuş ideolojik yönelimlerden, pratikte serserilikten ve ateistlikten kopup İslam’a kayması durumu.
Elbette ki hepten bir yönelimden bahsetmiyorum, ancak anarşizmden, ateizmden, Beat’ten, Punk’tan, Dada’dan bahseden ve yayın politikasına bu akımlar egemenliğinde şekil verdiği bilinen dergilerin çoğunun kurgusal yazındaki niteliksizliği artık gözden kaçacak düzeyde değil. Yanısıra İslam’a yakınlığı aşikar olan kimi yazar/şairlerin yayımladıkları şeyler yetkinlikleri dolayısıyla haklı bir takdir görüp popülerleşiyor. Bahsi geçen ürünlerin içerik olarak İslami propoganda yaptığını veya gizliden gizliye dini kaygı taşıdığını kesinlikle iddia etmemekle birlikte, kullanılan sözcükler ve hakim temanın dil aracılığıyla okur üstünde belirgin etki yarattığını yok sayamayız. En bariz örneğiyle Murat Menteş’in yeni yayımlanan şiir kitabındaki “deplasmanda plasebo” adlı şiirin epey güzel ilk dizesi “allahım kaderimde anarşi ve protesto” bahsettiğim derivatif alternatif fikrini destekler nitelikte. Öncelerin alternatifi olarak bilinen anarşi ve protestonun başına şimdileri allahım kaderimde geliyor. Bu sözde yenilik, genç yazında içerik olarak sahiden sağlam ürünleri kapsadığı için garipsenmiyor, hatta sempatik bulunup içselleştiriliyor.
Geçen sene İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde bir söyleşide ODTÜ’den gelen ve şu an adını hatırlayamadığım değerli bir siyaset bilimci derivatif güvenlik sistemlerinden bahsetmişti. En belirgin örnek olarak teoride amacı vatandaşı korumak olan ordunun, pratikte terörist kabul edilen bir grupla çatışarak yıllar boyu binlerce vatandaşının ölümüne sebep olduğunu epey akademik bir dille açıklamıştı. Yani derivatif bir güvenlik organı olarak ordu, görevini karşılayamaz duruma gelip genleşmiş, şişmanlama benzeri bir yapı bozukluğuyla teorideki karşılığı dışındaki şeylerle temasta olan vasıfsız bir kurum haline gelmişti. Konuya geri dönersek, derivatif bir alternatif olarak yorumladığım İslamcı(sözcük kesinlikle kötücül bir çağrışım amaçlı olarak kullanılmamıştır), veya sosyal ortamda çarpıtılarak oluşturulmuş ama kulağa daha sempatik gelen bir kavram olarak dergahçı yazın benzer bir süreç geçirir mi zaman gösterecek. Bütün tümevarımlar yanlış olmakla beraber, ben iki resim arasında yedi benzerlik bulabiliyorum fakat bahsi geçen ürünleri okumaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Haydi hayırlısı.
24 Mart 2010 Çarşamba
geçen gün yine vol.1
13 Mart 2010 Cumartesi
10 Mart 2010 Çarşamba
suicide is painless
27 Şubat 2010 Cumartesi
kutuma gitmek istiyorum.
21 Şubat 2010 Pazar
dünya dönüyor, bengi dönüyor.
Nietzsche felsefesinde pek ön planda olmasa da Bengi Dönüş kavramının temelleri epey eskiye dayanıyor. Sözlük anlamı ezeli-ebedi döngü olan kavram, ilksizliği ve sonsuzluğu ifade ediyor. Antik yunanda Aristoteles ve Pisagor’un tanrıyı, Anaksogaras’ın ruhu, Diogenes’inse havayı tasvir etmek için kullandığı “ezeli-ebedi” sıfatı, asıl mitolojide zaman tanrısı Kronos’la özdeşleştirilince bizim gelmek istediğimiz noktaya ulaşıyor. Ezeli-ebedi bir döngü olan zamanda önce veya sonra yoktur, dolayısıyla bir bitimden bahsedilemez. O halde, bu döngünün bir parçası olan insanın yaşamının da bir başlangıcı veya sonu yoktur. Hayat sonsuz defa tekrarlanarak süregelir. Üstelik bu sonsuzluk içinde kişinin bir değişim yaratma şansı da yoktur. İnsan, aklının ve sözde iradesinin üstüne çöken bir lanet gibi aynı tiksindirici hayatı ebediyen yaşamaya mahkûmdur.
Bazarov ve Bengi Dönüş düşüncesinin kesiştiği yer insan aklıyla ulaşılan kimi noktalarda aklın artık işlevini yitirmesi. Şöyle ki, farkındalık arttıkça, sözgelimi kişi zamanın ezeli-ebedi bir döngü olduğunun ayırdına varınca kendi iradesinin hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini acıyla görüyor ve varoluşunu, yaşamını, mantığını yüklenip eskisinden daha da zor olarak yola devam ediyor. Bir noktada insan iradesini yoksaydığı için mevcut görüşü yazgıcılıkla eşleştirenler elbette olacaktır. Bana kalırsa bu kadar düz bir bağlantı kurmak pek de doğru değil. Çünkü Nietzsche, zamanı değiştiremeyeceğini bildiği halde üstinsana ulaşmak için farkındalığı arttırmayı yani akıl ve irade aracılığıyla kendini bilgiyle donatmayı öngörüyor. Keza, örnek olarak aldığım Bazarov karakteri de pasifliğine ve gelecekle ilgili beklentisizliğine rağmen bilime, yani kavram olarak bilime değil bilgiye götüren her yola hayranlığını dile getiriyor. Sonuç olarak Bengi Dönüş düşüncesi tüm zaman içinde insanın değiştirebileceği bir şeyin olmadığını ve eylemin anlamsızlığını vurguluyor ama kişinin bu görüşe ulaşma yolunda verdiği uğraşın önemini de yadsımıyor, aksine taçlandırıyor.
Salinger, Franny adlı öyküsünde Franny karakterinin okuduğu bir kitaptaki tanrı fikri ve tanrı arayışıyla, tekrarın anlam üzerindeki etkisini sorgular.[2] Bahsedilen kitabın kahramanının istediği şey durmadan dua etmeyi başarabilmek. Devamında gelişen bir yığın olayın sonunda fikrin bağlandığı nokta, başta hiçbir etki yaratmasa da tanrının adını sürekli tekrar etmenin insanda bir süre sonra kendiliğinden gelişen bir inanç yaratması. Yani bütünüyle inançsız biri bile her an tanrının adını yinelerse sözcük onda önüne geçilmez bir yönelim oluşturuyor, anlamlanıyor.
Postmodern dönemde Nihilizm, Absürdizm gibi düşünce akımlarıyla ve Dadaizm, Punk gibi sanat hareketleriyle vurgulanan “yaşamın anlamsızlığı” fikrine cevap olarak değil de, tamamlayıcı bir unsur olarak sunulabilir Bengi Dönüş bir yönüyle. Yani şöyle ki, insan mantığıyla algılanmaya çalışıldığında hiçbir anlamı olmayan yaşam, tıpkı Salinger’in işaret ettiği gibi sonsuz kere tekrarlandığında zorunlu bir anlam kazanıyor. Kişi, mantığının tahayyül edemediği bir kavram olarak sonsuzu, kendi hayatıyla birleştirdiği zaman zihnindeki o bulanıklık ve belirsizlik anlamın bir formunu oluşturup temel paradoksu çözüyor. Böylece, “ben bu anlamsız yaşamda neden var oluyorum?” sorusuna çift taraflı bir cevap geliyor:
Yaşam anlamsız değil, yalnızca sen anlamıyorsun.
Var olmak da senin elinde değil, uğraşma.
[1] Turgenyev, Ivan Sergeyeviç, Babalar Ve Oğullar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.65
[2] Salinger, J.D, Franny ve Zooey, YKY, s.33
6 Şubat 2010 Cumartesi
rosa rosinante
29 Ocak 2010 Cuma
“Tol” Hakkında Altı Soru Hiç Cevap
Murat Uyurkulak’ı ilk romanı “Tol” üzerinden değerlendirirken, tıpkı Ece Ayhan’ın Nilgün Marmara’nın ölümü üstüne yazdığı analizdeki gibi soru cevap formatını kullanmak sanırım yerinde olacaktır.
- “Tol”, batılılaşma yolundaki Anadolu’nun gördüğü en esaslı iç çatışmalardan sosyalist eylemleri ve Kürt sorununu kazananı olmayan bir savaş, mutlak bir mağlubiyet manzarası olarak sunmuş ve son derece taraflı olarak öfkeyi hüzne çevirmiş midir?
- Murat Uyurkulak, Türk yazarların makûs talihini, doğu batı arasında sıkışmayı, kendine has bir metotla alt etmiş ve gerek Türk arabesk jargonundan gerekse Amerikan yazınından, sözgelimi Beatçilerden faydalanıp özgün bir üslup yaratmada bariz bir adım atmış mıdır?
- “Tol”un diğer sanat dallarından, özellikle sinemadan beslendiği söylenebilir mi?
- Yazarın yarattığı erkek ve kadın karakterler ayrı ayrı varlık göstermekle beraber, tek bir kadın/erkek bedeninde bütünleştirilebilir mi? Örneğin, Yusuf, babası Oğuz, Şair ve İsmail tek bir kişinin, sözgelimi yazarın alt kimlikleri olabilir mi?
- Romanın başında Kaan İnce’ye yapılan alıntı, devrimle karşı devrim, eylemle suskunluk, inançla nihilizm, dirimle ölüm, intiharla intikam, hamlıkla pişkinlik arasında nerde durur ve romanın bütünündeki o kalıklığın ne kadarını üzerinde taşır?
- Romandaki diyalogların gerçekçiliğinde Murat Uyurkulak’ın vaktiyle bir troçkist olmasının, vaktiyle Bornova’da garsonluk yapmasının ve vaktiyle sokaklarda pek sık dolaşmasının etkisi olduğu söylenebilir mi, söylenirse bu yazara haksızlık olur mu?
Bu soruların tümünün cevabı: bilmiyorum. Zaten Yıldırım Türker’in “Tol” üstüne söylediklerinden sonra, ben bu romanla ilgili yorum yapabileceğimi de zannetmiyorum. Ama açık olan bir şey var ki, Murat Uyurkulak, Afili Filintalar’ı oluşturan diğer genç yazar/şairlerle beraber pekçedir bekleneni yapacak gibi.
28 Ocak 2010 Perşembe
uyuma!
körfezi hüzünle saran bir c sesi olarak izmir’in, insanları kadar trajik olduğu iddia edilebilir. uzun saçlı kirli tişörtlü genç adamların karşısında konumlanan kızıl, turuncu, siyah ve kahve saçlı kadınlarıyla,
on beşinde durağan kırkında zıpır frijit ve libido kaynağı kadınlarıyla,
sevgilisini ya seksenlerde bir işkence odasında ya da geçen gün masa başında sessizce yitirmiş kadınlarıyla
ve kadınlıktan başka hiçbir sıfat taşımayan kavramlarını kaybetmiş kadınlarıyla izmir. ergenken “metalci”, sonra “rockçı” sonra “alternatif dinleyicisi” olup nihayetinde bornova’da punk barların yerini alan clublarda serdar ortaç eşliğinde coşanlarıyla,
çocukluktan yadigâr bir ideal uğruna her şeyden vazgeçen ve sonra bu ideali kadınların bacak aralarında yitirenleriyle,
evde, okulda, işte, sokakta, barda, kısaca kendilerinin olduğu her yerde sıkılan ve bu sıkıntıyı geçirmek için kırmızı perdeli bir evde, bir apartmanın on beşinci katında, apaydınlık bir öğrenci evinde, buram buram anneanne yemeği kokan ve balkonunda çılgın bitkiler yetişen bir evde, dumanaltı olarak birbirinin yüzüne kançanağı gözlerle bakan, konuşamayan, zaman geçsin diye sevişen insanlarıyla
ve herhangi bir sınıfta uygarlıktan bunalmış bir kadın elindeki kitaptan bir bok anlamıyor, anlamaya çalışmıyor ve yalnızca odasından çıkmayan, uyumayıp durdurak bilmeden spinoza okuyan bir adamın güzelliğini tasvir için bir sözcük bulmaya çalışıyor, bir dil inşa etmeye karar veriyor ve yapacak bir şey olmadığı için fazla zorlamadan düşlemeye devam ediyorsa: izmir.
teşhirci bir dekolte olarak alsancak,
spiral geçirilmiş rahmiyle basmane,
karşıyaka’da dönercilerin yağlı dumanlarında ellerini ısıtmak,
her türlü sapkınlıkları, kibar kamyoncuları ve ağır gözlükleriyle bir öğrenci, bir memur, bir aile(!) semti olarak bornova,
kıbrıs şehitleri’nin başından sonuna kadar bir mohikanı aramak, bir ölüyü aramak, bir geceyi aramak, o apartmanların içinde ne zaman bulup yitirdiğini bilmediğin bir şairi aramak ve susmak,
susup kendi yitik yazgını ellerinle çiğneyip hazmetmek. çünkü izmir. yapacak bir şey yok, olsaydı zaten yapardık.
27 Ocak 2010 Çarşamba
yazar burda amına koyayım demek istemiş
yatay sekiz arası
ve benim yengem, yani bütün yengelerim, yani
ne kadar yengem varsa orospu olacak. son çare
epikür’e porsuk pinçik kapatma bulup kendilerini
güneye, daha da güneye inecekler ama yazık!
onlara konserve atacak italyanlar yok ki artık
kapsama alanı dışına demem o ki insanlığın
yüzde doksan dokuzuna çıkıp, çıkıp çıkıp
bir falezden güüüm:
inanmamaya eriyecekler.
yengem namus, yengem çamaşık bulaşık yemek,
çoktan seçmeli bir metodla öğretin çocuklarınıza:
sonsuz şekilde olmaz o pek bir şey dondurma!